Sanırım benim için iki şey hiç değişmedi: İnsanların benden hayatta ne yapmak istediğimi çok iyi bilmemi beklemesi ve benim hayatta ne yapmak istediğim hakkında pek bir fikrim olmaması.
Küçüklüğünden beri yapmak istediği işle ilgili çok net olan ve bu kararını hiç değiştirmeyen kişilere hep özenmişimdir: Bazı insanlar altı yaşında doktor olmaya karar verir, senelerce bunun için çalışır ve sonunda da gerçekten doktor olurlar. Ben hep çok çalışkan bir öğrenci oldum ama bu, bir amaç uğruna değil de sanki sadece öyle olması gerektiği için yapılmış bir seçimdi: Ödevim varsa yapmamayı, sınavım varsa çalışmamayı hiç düşünmezdim bile. Bu sayede, gerçek hayata başlarken “elimin güçlü olacağını” umardım ve sanırım gerçekten de öyle oldu.
Notlar elbette hayat başarısını ölçmüyor. Ama eğitim hayatında ilerledikçe etrafımızda bir anda oluşan yoğun rekabet, birilerini bizi kolayca seçmeye veya elemeye mecbur bırakıyor ve akademik başarıya bakmak da bunun en basit yollarından biri. Dürüst olmak gerekirse sınav dereceleri ve iyi notlar bana bir sürü kapı açtı. Elbette okuldaki hocalarımdan aldığım referanslar da öyle (ki iyi referanslar için gerçekten özel bir akademik çaba gerekiyor, sadece iyi notlar yetmiyor). Bunun en basit örneklerinden biri, üniversitedeki not ortalamam ve mezuniyet derecelerim sayesinde aldığım yüksek lisans kabülleri ve bursu.
Üniversiteye başlarken, Birleşmiş Milletler’de çalışan bir diplomat olacağımı düşünüyordum. Bu yüzden Uluslararası İlişkiler bölümünü seçmiştim. Bölümümü hep çok severek okudum ama zaman geçtikçe, ben büyüdükçe ve deneyim kazandıkça; fikirlerim korkutucu bir sıklıkta değişmeye başladı. İkinci sınıfın büyük bir kısmını “Neden tıp okumadım?” diye kahrolarak geçirdiğimi hatırlıyorum… Halbuki bana hiç uygun bir meslek olmadığını görmek şimdi çok kolay. Sanırım sıklıkla değişen fikirlerimin ve buna eşlik eden yüksek duygularımın en büyük sebeplerinden biri, yalnızca hayat yolunu çizmenin gerçekten de çok stresli bir şey olmasıydı.
Bize okuduğumuz okul ve yaptığımız işin hayatımızın çok önemli olduğu öğretiliyor hep. Ve bence dedikleri kadar olmasa da, insan büyüdükçe daha iyi anlıyor ki gerçekten önemliler. İşimiz hayatımızın o kadar büyük bir kısmını kaplıyor ki, orada mutsuz olup hayatta çok mutlu olmak sahiden pek mümkün değil. Bu yüzden, “ya yanlış kararı veriyorsam?” düşüncesi çok boğucu olabiliyor. En azından benim için öyle olmuştu.
Yine de, Uluslararası İlişkiler’in beni götürdüğü yolun çok da ilgimi çekmediğine kesin bir karar verebildim ve okulumun sağladığı imkanlar sayesinde, Psikoloji ile çift anadal yapmaya karar verdim. Okumak için harika bir bölümdü ve öğrendiğim her şeyden çok keyif aldım. Başarılı bir öğrenciydim ve bölümümü seviyordum, o yüzden etrafımdaki herkesin kafası ben düşünmeye pek de fırsat bulamadan yurt dışına çevrildi. Üniversitedeki Erasmus maceram açıkçası çok mutlu geçmişti; farklı bir yerde yaşamak, tek başına var olmak, birçok kültürden bir sürü insanın keyiflerine, inançlarına, hedeflerine tanık olmak da gerçekten çok eğitici ve heyecanlıydı. Yine de bir peri masalı olduğunu söyleyemeyiz: “Yabancı” olma hissi bazen tatlı, bazen de tatsız bir şekilde insanı takip ediyor hep; özellikle dilini iyi konuşmadığınız bir ülkedeyseniz. Neyse, ben yine de tek yolun eğitimime yurtdışında devam etmek olduğu düşüncesiyle bir sürü başvuru yaptım. Oldukça stresli ve yoğun geçen bir sürecin sonunda da Amerika’da birkaç üniversiteden doktora için kabul aldım.
Ama kendimi hiç iyi hissetmedim. İnsanlar beni tebrik ederken gözlerimde bir heyecan parıltısı arıyorlardı, ama benim hissettiğim tek şey endişeydi. Ancak doktora karşımda net bir şekilde durunca bana hiç uygun bir yol olmadığını fark edebildim. Gitmekten vazgeçtim. Bu etrafımdaki çoğu kişiye şımarıklık gibi geldi. Ama bence insan ne istediğinden (veya istemediğinden) ne kadar eminse, başkalarının ne düşündüğü kararlarını o kadar az etkileyebiliyor.
Sonuç olarak, mezun olduktan sonra bir sene (Gelişim, Seninle diye tatlı bir projede :) çalıştım. Bu sırada psikolog olmak istediğimi düşünerek, Hollanda’ya Gelişim Psikolojisi üzerine yüksek lisans yapmaya gittim. Mezun olduktan sonra, o yol da bana tam olarak uygun gelmedi. Birçok kişi bu kararımı da hem maddi hem manevi olarak “mantıksız” buldu. Ne kadar haklılardı, bilemiyorum.
Şimdi, BEIJE isminde harika bir startup’ta, marka ekibinde metin yazarı olarak çalışıyorum ve tanıdığım herkes arasında işini en çok seven kişi sanırım benim. Ne alaka, değil mi? Bunda elbette şansın ve çalışmanın payı var, ama bence bu noktaya gelmemdeki en önemli belirleyiciler; istediklerim ve istemediklerim konusunda kendime hep dürüst olmam ve kendimden emin olduğumda (ki fark etmişsinizdir, pek sık olmuyor) başkalarını dinlemek yerine içgüdülerime güvenmem oldu. “İçgüdülerini dinlemenin” veya sevdiğin şeyi bulmanın her zaman kolay olmadığını da biliyorum. Bence mümkün olduğu kadar çok şey denemek, düzeninin veya planlarının bozulmasından çekinmemeye çalışmak, ve bütün bu tecrübeler sonucunda öğrendiklerimiz ve hissettiklerimiz konusunda dürüst olmak; izleyebileceğimiz yollardan en iyisi.
Bunun binlerce kez verilmiş bir tavsiye olduğunu biliyorum, ama hayat mutsuz olduğumuz yollarda koşmak için gerçekten çok kısa.
Sevgilerimle,
Balım